9 Ocak 2020 Perşembe
kitap 3 Geleneksel Tepme Keçe Sanatı -UMUT ARABUL 2019
Geleneksel Tepme Keçe Sanati
------------------------------ ------
Hayvansal liflerden genellikle yünün ısı, nem, basınç altında, sabun, yağ, asit vb. yardımıyla birbirlerine kenetlenmelerini sağlayarak oluşturulan dokudur (Kaya, 197.Türk el sanatlarının en eski tekniklerden biri olan tepme keçecilik Orta Asya'dan 11. yüzyılda batıya göç eden Türkler tarafından diğer sanatlarla birlikte Anadolu'ya gelmiş, günümüze kadar ulaşmıştır.
Türklerin günlük yaşamında önemli bir yeri olan "keçe" sözcüğü, "kidhiz / kidiz / kiz / kiiz / kiyiz" şeklinde adlar almıştır. Kullanılan bu tekniğin ilk örnekleri Uygur dönemine ait örneklerde görülmektedir. Tepme keçe veya fabrikasyon olarak üretimi yapılan keçe yapımında, koyun yünü dışında tavşan, yünü, deve yünü, tiftik, keçi kılı da kullanılmaktadır.
Yünün elle veya makinelerle atılarak, genellikle doğal yün renginin (beyaz, siyah, kahverengi) zeminde kullanıldığı, desenlerin ise sentetik boyalarla renklendirilen keçeler ile oluşturulduğu görülmektedir. Desenlerde çoğunlukla geometrik bezemelerle birlikte figürlü, doğadan stilize motifler de kullanılmaktadır.
Atölyelerde yörelere özgü desen, renk, motiflerle bezenen desenli veya desensiz olarak üretilen bu ürünlerin geçmişte kullanım yerleri iye benzer üretimlerle; yaygı, yolluk, seccade, yastık, eğer örtüleri, çadır gibi ev eşyası yapıldığı gibi kepenek, çizme, çorap, patik vb. giyim eşyası yapılmaktadır.
Hammaddenin yeterli olmasına rağmen yoğun emek, zaman harcanması, elde edilen gelirin az olması, eskiye nazaran kullanım alanının sınırlı olması nedenlerinden gibi olumsuzluklara rağmen Afyon, Şanlıurfa, Konya, Balıkesir, İzmir, Kars, Erzurum'da biraz daha yoğun olmak üzere birkaç ilde azda olsa hala devam etmektedir.
Kökeni: Keçe sözünü Türkçe etimolojik olarak inceleyen araştırmacılar, bu kelimenin Batı Türkleri ile Oğuzlar arasında gelişmiş ve yayılmış olduğuna inanmaktadırlar. Türkçe'de, keçe sözüne ilk kez XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lügati't-Türk adlı eserinde rastlanmıştır. Keçe kelimesinin, geçme-geçmek (kaynaşıp birleşmek anlamında) kelimeleri arasındaki bir ilişkiden dolayı kullanılmaya başlanıldığı düşünülmektedir.
Türkçe'de, keçe kelimesinden çok eski zamanlara ait olan ve aynı anlama gelen başka bir sözcük daha bulunmaktadır. Bu Kidiz kelimesidir. Çeşitli kaynaklara göre keçe karşılığı kullanılan ve en eski aynı zamanda da en yaygın bir Türk kültür deyişi olan bu kelime çeşitli Türk topluluklarında bazı farklı şekillerde kullanılarak eski çağlardan günümüze kadar ulaşmıştır.
4 farklı renkte keçeKaşgarlı Mahmut'un ünlü divanında keçe kelimesinin yanında aynı anlama gelen Kidiz kelimesi de geçmektedir. Kidiz; keçe, Türkmenlerin çadır örtüleri ve göç zamanı bürgüleri anlamında kullandığı görülmektedir. Göktürk alfabesi ile yazılmış ve IX. yüzyıla ait Irk Bitig adlı kitaptır. Bu eserde yaygın bir Türk kültür deyişi olan keçeyi suya salmak sözünün en eski haline; kidizig subka sokmuş bulunmaktadır. Anadolu Türkçe'sinde pek kullanılmayan bu kelime bazı farklı şekillere bürünerek; Kırgız, Başkırt, Karaçay-Malkar dillerinde kiyiz; Karaim Türkçesi'nde kiyiz ve kiyız; Kazak dilinde kiyiz ve keygiz; Tatarcada kigiz ve kiyez; Çağatay, Özbek, Uygur ve Tarançi lehçelerinde kigiz ve kiz; Tuva lehçesinde kidis; Altay (Oyrut) lehçesinde kiyis; Hakas, Altay, Teleüt, Şor, Lebed ve Küerik lehçelerinde kis (kiis) şeklinde geçmektedir.
Kuzunun ilk kırkımı olan haziran yününden keçenin iyisi, koyunların ikinci kırkımından olan ağustos yününden ikinci kalite keçe imal edilir.
Günümüzde modern evlerimizin süsü olarak da kullanılan keçe yapımında; yün önce temizlenir, sonra rengine göre ayrılır. Dirtme işleminden sonra hallaç tarafından tel tel ayrılır. Gerekli renk ve motifler hazırlandıktan sonra kalıplama verilen keçede kök boyası kullanılır. Kalıba dökülen keçe düzgünce dürülür, bir uçtan bir uca keçelere sarılır ve 3-4 kişi tarafından 30-40 dakika tepilerek dövülür. “Ten ile yoğrulmuş yün hamuru” denilen keçe, sabahtan akşama kadar tamamlanmazsa kalitesi düşer.
Anlatılan anonimlere göre yüz yıllar önce keçenin keşfini yapan, Keçe ustası Ebu Said Libabid'dir. Ebu Said Libabid yünü sıkıştırmak için ayaklarıyla döverek (teperek) günlerce uğraşmış. Ancak bu uğraşları bir sonuç vermemiş, Dövülen yünler tekrar açılmaya başlamıştır. Uzun müddet bu işlemi yapan Ebu Said Libabid'dir ne yazıktır ki tekrar aynı sonuca varınca kederinden ağlamaya başlamıştır. Ancak daha sonralar fark etmiştir ki; Göz yaşlarının düştüğü yerler dağılmamaktadır. Bunun üzerine Ebu Said Libabid keçeyi döverken su katılması gerektiğini anlamış ve bundan sonra, Keçe dövme işlemini su ile yapmaya başlamıştır. Evet kaynağı kesin olmamakla birlikte keçenin oluşum hikayesi bu tarzda anlatılmaktadır.
Keçe; yünden imal edilen bir çeşit yaygıdır. Bu yaygıyı (Keçeyi) üreten ve işleyene de “Keçeci” denir. Yüzyıllardan bu yana devam etmekte olan keçe kültürü bir tür elsanatıdır.
Her ne kadar teknolojik gelişmeler sonucu daha hızlı ve pratik fabrikasyon keçe üretimi mevcutsa da hala değerli olan el yapımı keçelerdir. Her ne kadar keçecilik zanaatı fabrikasyon üretimiyle değeri düşürülmüş olsa da ülkemizde hala el emeği olarak işlenmekte ve sunulmaktadır.
Keçe Türleri: Keçe kullanım amacı bakımından sanayileşme devriminden önce birçok alanda kullanılmış ancak teknolojinin ilerlemesi ile bu kullanım alanları gittikce azalma göstermiştir.
Keçe çeşitlerini irdelememiz gerekirse aşağıdaki şemayı oluşturmamız gerekecektir.
1. Ala keçe (Yazgı Keçesi): Yaygı keçesi de denir. Evlerde, çadırlarda alaçık ve topak evlerde yerlere serilen desenli veya desensiz değişik boyutlarda keçelerdir.
2. Turluk: Genellikle Toroslar'da ve Anadolu'daki Göçerler de alaçık üzerine örtülen düz siyah veya düz kirli renkteki keçelerdir. Yaklaşık olarak ölçüleri 120-130 ile 180-200cm’dir.
3. Süt Keçesi: Bir parmak kalınlığında süt tava veya kazanın üzerine örtülen beyaz keçedir. Amacı süt piştikten sonra sütün hem çabuk soğumasını önlemek hem de toz topraktan sütü korumaktır. ( Termos Görevi)
4. Yük Keçesi: Göçerlerde yolculuk sırasında eşyaların yağmurdan ve pislikten korunması, yerleşik durumda eşyaların üzerine örtülerek dağınıklığı saklamak amacıyla kullanılır.
5. Eyer Keçesi (Ter Keçesi): Eğerin üzerine geçirilen ve atın sağrısını örten, çoğunlukla saraçlı, tiftik püsküllü desenli veya desensiz keçelerdir.
6. At Keçesi (Belleme): Çıplak at üzerine konularak eğer vazifesi gören, bazen eğerin altına yerleştirilen iki cm kalınlığındaki bu keçelerin üzerine zikzaklı fitle ve ay yıldız nakışları bulunur.
7. Deve Keçesi: Develerde havutun altına konulan düz keçedir.
8. Sargı (Bebe Keçesi): Göçerlerde ve yörükler de bebeğin kundaklandığı üzeri desenli kare formlu bir keçedir.
9. Kepenek: Çobanlar tarafından giyilen bu keçe, beyaz ya da mor yünden yapılır ve genellikle nakışsız olur. Ancak göğüs kısımlarında nakışlı olanlara da rastlamak mümkündür. Tek parça halinde yapılan, yaz günlerinde gölge sağlamasından dolayı serinlik, kışın ise sıcaklık veren çoban keçeleri dikişli ve dikişsiz olarak ikiye ayrılır. Ustalık ve özen istemesi bakımından dikişsiz türleri daha kıymetlidir.
10. Kış Keçesi: Beyaz yünden düz veya nakışsız olarak yapılan bu keçelerin çevresi "çirtik" olarak tabir edilen zikzaklı bir şekildedir. Yapıldıktan sonra yün boyası ile tamamen turuncu veya pembe renge boyanır. Kış aylarında evlerde ağırlanan misafirlerin oturdukları yün minderler üzerine serildiğinden ebatları alttaki minderin ölçüsünde olur.
11. Sünger Yatak Keçesi: Kauçuk minderlerin piyasaya sürülmesi ile gelişen bu keçe türü 1 cm kalınlığında olup, minderin ölçüsüne göre yapılır ve nakışsızdır. Minderin üzerine serilir ve çarşafla kaplanır. Kauçuk minder ile insan vücudu arasında kalan bu keçe sıhhi olması bakımından tercih edilmektedir.
Birçok çeşidi vardır:
Börk: Bürk, külah, Yeniçerilere mahsuz beyaz keçeden yapılan ve başa giyilen başlıktır.
Hartavi: Sipahilerin giydiği, Yeniçeri keçesine benzeyen toparlak, keçe külahtır.
Sikke: Mevlevi dervişlerinin giydiği deve tüyü rengindeki keçe külahın adıdır.
Zerrin Külah: Osmanlı Saray Teşkilatının ( 1928'den önce) Zülüfllü Ağalar diye anılan iç oğlanlarının giydiği üzeri som altın sırma işlemeli ve en iyi keçeden yapılmış iki tarafında birer zülüf olan başlıktır.
Külah: Dikişsiz, tek parçadan yapılmış sivri uçlu başlık. Keçeci esnafı giyer.
Üsküf: Yeniçeri börkünün kenarları sırma işli bir çeşitidir.
Taç: Şeyh ve dervişlerin giydiği, keçeden yapılmış başlık ki bu başlıklar üzerinde destar ve dilimler tarikatları belirlerdi.
Takke: Halk tarafından giyilen başlıktı.
Arakiyye: Mevlevilerin giydiği bir cins keçe başlıktır. Sikkeden daha ince ve daha kısadır.
Giysi Olarak Kullanılan Keçeler:
Çizme: Hun kurganlarından kazılarda ele geçmiştir.
Çorap: Hun kurganlarından kazılarda ele geçmiştir.
Elbise: Hun kurganlarından kazılarda ele geçmiştir.
Aba: Siyah ve beyaz keçeden yapılan önü açık hırka.
Yelek: Açık veya koyu renk olabilen önü düğmeli, cepli, desensiz, keçe yelek.
Töz’ler: ( Keçeden tanrı ve Ata idolleri , heykelcikleri) Hun kurganlarında kazılarda ele geçmiştir.
Keçeden Hayvan Heykelleri: Kaz, kuğu, v.s. (Hun kurganlarından ele geçmiştir.)
Yastık: Orta Asya'daki göçerlerde kullanılmaktadır.
Çuval: Sıcağı soğuğu geçirmediği için Cumhuriyet döneminde ve öncesinde kar ile Afyon sakızının nakliyesinde kullanılırdı.
Ayakkabı keçesi: Ayakkabı tabanına konulan keçelerdir.
Seccade: Namazlağ, camii keçeleri.
Yolluklar:
Dayanma Keçesi: Duvar keçesi.
Kapı Keçeleri:
Ütü Keçesi ve Yazma Tezgah Keçesi:
Ocakbaşı Keçesi:
Minder Keçesi:
Yamcı: Süvarilerin yağmurda giydikleri keçeden yapılmış başlıklı pelerin.
Sedir – Maket Keçesi: Ensiz uzun olarak yapılır. Maket sedir üzerinde kullanılır.
Matara Kılıfı:
Yatak Keçesi: Çarşaf altına ve yorgan üzerine konulur.
Dolap Keçesi: Ayaklara sarılan keçelerdir.
Şırmak (Şırdak): Türkistan'da keçenin üzerine ayrı keçelerden yapılmış desenlerin yapıştırılması veya dikilmesi ile yapılan, renkli aplike yer keçeleridir.
Top Keçe: Renkli veya renksiz olup saraçlar, semerciler, ayakkabıcılar, tarafından alınırlar.
Keçecilik - Keçe Yapımı - (Keçe) Sıkıştırma İşleri
Tepme Keçe Üretimi: Tepme keçe ürünleri desenli veya desensiz üretilmektedir. Desenli tepme keçe üretiminde desen hazırlama işlemi dışında uygulanan tüm işlemler desensiz çeşitleri ile aynı sırayı izlemektedir.
Desenli Tepme Keçe Üretimi: Desenli tepme keçe üretimi ön işlemler, keçeleştirme ve bitirme işlemleri olmak üzere üç aşamada tamamlanmaktadır.
Ön İşlemler
Yünün Hazırlanması: Ülkemizde koyunlar genellikle yılda Nisan, Temmuz veya Ağustos olmak üzere iki kez kırkılmaktadır. Keçe ustalarınca; keçe yapımı için ikinci yani Temmuz ve Ağustos aylarında kırkılan yünün, daha elverişli olduğu belirtilmektedir.
Kırkından önce veya kırkımdan sonra yıkanan yün elyafı keçe üreticisine temiz olarak getirilmektedir. Bu nedenle keçe yapım atölyelerine ulaşan yüne uygulanan ilk işlem, yünün kalitesi veya rengine göre ayrılmasıdır. Bu seçim veya ayrım işlemi genellikle gençler veya yaşlılar tarafından yapılmaktadır.
Renklerine ve kalitesine göre ayırma işlemi tamamlanmış yün lifleri terazi veya kantarda tartılarak ağırlığı belirlenir. Daha sonra üretimi planlanan keçenin çeşidine ve boyutlarına göre gerekli olan miktarda ayrılan elyafın atılması yani kabartılması işlemine geçilir.
Atma işleminde geçmişte yay ve tokmak kullanılmıştır. Günümüzde bu işlem hallaç makinalarında yapılmaktadır.
Hallaç makinasından geçirilerek serbest hale getirilmiş olan lifler, keçe yapımında kullanılmak üzere yığın halinde atölyenin bir kenarına alınır.
Desen Hazırlama: Araştırma kapsamına alınmış olan tepme keçe ürünlerinin desenleme teknikleri üzerinde yapılan incelemelerden desenlemenin, üretim aşamasında keçeleştirme, üretiminden sonra renkli keçelerle aplikasyon veya renkli nakış iplikleriyle işlenerek yapıldığı tespit edilmiştir.
Üretim aşamasında desenlendirmenin yapılabilmesi için öncelikle tasarlanan desene uygun renklerde boyanmış keçe parçaları ile gerekli görülürse renklendirilmiş elyafa ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bakımdan desenli keçe üreten ustalar atölyelerinde yöreye özgü renklerde boyadıkları ince keçe yüzeyleri sürekli hazır bulundurmaktadırlar.
Renkli keçe yüzeylerinin desene uygun kesilmesi gerekmektedir. Baklava, şerit, daire vb. biçimlerde kesilen bu parçalar, planlanan desenin elde edilmesinde doğrudan etkili olmaktadırlar.
Kesilen parçalar yere serilen hasır örtü üzerine kenardan başlamak üzere yerleştirilmektedir. Bu işlemin uygulanmasında, düzgünlüğün sağlanabilmesi için hasırın üzerinde bulunan çizgilerden yararlanılmaktadır. Bazı yörelerde renklendirilmiş ve serbest hale getirilmiş elyaf demetlerinin desenlemede kullanıldığı görülmektedir.
Keçeleştirme işlemine başlamadan önce uygulanan desen hazırlama işlemi, genellikle keçe tarafından yapılmaktadır. Bazı yörelerde kız çocuklarıyla, kadınların da bu işte çalıştıklarına rastlanmaktadır.
Tepme keçe atölyelerinde gözlemlere dayalı incelemelerden keçe ustalarının uygulanacak deseni hasır üzerine yerleştirme esnasında herhangi bir kaynaktan yararlanmadıkları anlaşılmıştır. Nitekim keçe ustaları da yıllardır aynı bezemeleri uyguladıklarından dolayı herhangi bir kaynağa ihtiyaç duymadıklarını ifade etmişlerdir.
Desenlemeye genellikle bordürü oluşturan dış kenar çizgiden başlanmakta ve böylece elde edilecek keçe yüzeyin yaklaşık boyutu belirlenmektedir.
Bordür tamamlandıktan sonra keçe yüzeyin zemininde yer alacak desenin hazırlanmasına geçilmektedir. Desende eksiklik olup olmadığı kontrol edildikten sonra tepme keçecilikte önemli işlem sırasını oluşturan saçma ve sarma işlemi uygulamaktadır.
Saçma ve Sarma: Atılarak serbest hale getirilmiş yünün; desenli tepme keçelerde desenin hasırın üzerine yerleştirilmesinden sonra; desensiz olan çeşitlerinde ise doğrudan hasır üzerine çubuk veya sepki denilen araç yardımıyla serpilmesi işlemine "Saçma" denir.
Saçılacak yünün tamamı bir defada değil birkaç defada saçılmaktadır. Her saçmadan sonra kalınlığın bir örnekliliği sağlamakta ve miktarı göz kararıyla ayarlanan oda sıcaklığındaki musluk suyu serpilmektedir. Süpürge yardımıyla verilen bu su, keçeleşme etkenlerinden biri olan nemi sağlamaktadır.
Saçma işlemi bittikten sonra saçılan yünün kenarları elle düzeltilip hasırla beraber sarılarak rulo yapılmaktadır. Rulo yapılırken; rulonun yapımını kolaylaştırmak, hasırın kırılmasını engellemek ve tepmenin düzenli yapılmasını sağlamak amacıyla bazı yörelerde rulo içerisine bir sırık konulmaktadır. Dışı bez veya telisle sarılan ve bağlanan rulo, daha sonra uygulanacak olan tepme işlemine hazır duruma getirilmektedir.
Tepme ve Pişirme (Keçeleştirme): Tepme işlemi ayakla yuvarlanarak (tepilerek) veya keçe tepme makinalarında dövülerek gerçekleştirilmektedir. Yakın tarihe kadar tepme işlemi genellikle elle veya ayakla yapılmaktaydı. Günümüzde ise keçe tepme keçecilik alanında yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Teknolojik gelişmelerin tepme keçe sanatına getirdiği yeniliklerden biri olarak kabul edilen bu makinalar sayesinde, Tepme işlemi, insan gücü yerine makina gücü ile gerçekleştirilmekte ve böylece kısa sürede, daha fazla miktarda ürün elde etme olanağı sağlamaktadır.
Birinci tepme işlemi makinada yaklaşık 40-45 dakika kadar sürmektedir. İlk tepmeden sonra rulo açılıp kenarları elle düzeltilmekte yani "çatkı"sı yapılmaktadır.
Tekrar sırıkla birlikte rulo yapılarak ikinci tepme işlemine geçilmektedir. İkinci tepme süresi de (makinada), birinci tepmenin süresi kadar yani 40-45 dak. kadardır.
İki kez tepme işlemine tabi tutulan yünler kısmen keçeleşmektedir. Elde edilecek ürünün daha iyi keçeleşmesinin sağlanabilmesi için pişirme işleminden geçirilmesi gerekmektedir.
Pişirme, atölye ortamında veya hamamda yapılabilmektedir. Günümüzde Urfa ve Afyon'da keçe ürünleri hamamda pişirmeye devam eden keçe ustaları bulunmakla beraber bu işlem genellikle atölye ortamında yani makinada yapılmaktadır.
Pişirmede genellikle 50-80 C arasında değişen sıcaklıkta sabunlu su kullanılmaktadır. Pişirme için gerekli olan sabunla su miktarı ise pişirilecek ürün ağırlığına bağlı olup bu miktar hamamda pişirmede %3, atölyedeki pişirmede %10 kadardır.
Keçe tepme makinalarının bulunmadığı durumlarda pişirme işlemi; gerek hamamda gerekse atölye ortamında yukarda belirtilen sıcaklıkta sabunlu suyun kullanılması, bu keçe ürünlerin veya rulo haline getirilmesi ve daha sonra el ayasıyla öne çekilip, geriye itilmesi suretiyle gerçekleşmektedir.
İncelenen yörelerde Bergama dışında; Afyon ve Urfa'nın bazı tepme keçe atölyeleri ile diğer tüm atölyelerde pişirme işleminin keçe tepme makinalarında gerçekleştirildiği gözlenmiştir. Keçe tepme makinalarının bulunduğu atölyelerde pişirme işlemi, atölye ortamında varolan sıcak su veya buhar kazanlardan sağlanmaktadır. Sıcak su ve buharın temin edildiği kazanlardan bir boru vasıtasıyla keçe tepme makinasına bağlantı kurulmakta ve ihtiyaç duyulan oranda kullanılmaktadır.
Böylece gerek hamamda gerekse atölye ortamında sağlanan ısı, nem, basınç, hareket ve sabunlu su ile sağlanan alkali ortamda liflerin çözülmeyecek şekilde kenetlenmesi yani keçeleşmesi gerçekleşmektedir.
Bitirme İşlemleri (Yıkama ve Kurutma): Hamamda veya atölye ortamında pişirilme işlemi tamamlanan keçe ürünler; bünyesinde bulunan sabunun giderilmesi için bol su ile çiğnemek suretiyle yıkanır. Suyun süzülmesi için 12 saat kadar hamamda ve atölyede bekletilirler.
Suyu süzülen ürünlerden perdahlanacak yani yüzü düzeltilecek olanlar tokaçla perdahlanır. Daha sonra güneşte veya gölgede kurutulur.
Kurutma işlemi, ürünün büyüklüğüne göre asmak veya yaymak suretiyle yapılır.
Tepme keçe ürünleri preseli veya presesiz üretilmektedir. Preseli keçe ürünleri diğerinden ayrılan farkı yıkama işleminden sonra %20 oranında alınan beyaz tutkalla işlem görmesidir. Bunun için beyaz tutkal 1/4 oranında soğuk suda eritildikten sonra ürünün üzerine serpilir. 15-30 dakika süre ile tutkalın keçe içerisine yayılması için pişirme işleminde hareketler tekrarlanır ki buna tığlama denir. Tığlanan keçe ürünler tokaçla perdahlandıktan sonra kurutulur.
Ve satışa sunulur.
Uluslararası Basında
---------------------------
The Newyork TİMES
Tuesday, June 25, 2013
" one of the last warior of the felt art in Turkey"
The Newyork Times Tuesday, June 25, 2013 Umut ARABUL, Turkey -"Art of felt master aims to open his art to world.
Umut ARABUL, Turkey
-"Art of felt master aims to open his art to world.
Young masters of the art of felt, which has lost its popularity in Anatolia, are trying to keep the tradition alive. However, one of its masters, Umut Arabul says academics pay more attention to felt...
A master of felt, Umut Arabul, who designs various products from scarves to door mats, from bags to slippers, believes that felt will play a leading role in the world of fashion in the near future.
The profession of felt, which has almost died in Anatolia, is being revived thanks to the initiative of young generation masters who are taking over the job from their fathers. One of these people, Umut, 35, who works in İzmir’s Sirince district, is modernizing felt by using his handicraft skill. He produces various products made of felt and is hopeful about the future of the art.
Umut has felt atelier at the Sirince village/ Tas Mektep Museum but he says that the felt job has lost its popularity as textile materials and machine-made rugs have become widespread. He and the other young generation masters are trying to turn this tide.
He produces a lot of different items, and especially works on combining felt with leather, silk and copper. “I’ve even merged felt with the art of marbling - which is one of the traditional Turkish arts - and painted clothes, as well as tulle, lace and Tokat yazma [a Turkish traditional scarf],” Umut said.
“With these techniques we produce rugs, diwans, silk felt scarves, door mats, waistcoats, Ottoman caftans, slippers, bags, jewelries and accessories. We continue developing these products. None of my products is for display on the wall but for use in life.”
Difficult to find apprentices .
Umut said that although felt had significant value in a traditional handicrafts, their biggest problem was in finding apprentices to learn the art. “Felt art receives interest only from academics, not from those who want to work on it as a profession,” he said.
“Under the leadership of academics, who came to Turkey and took training from me, felt profession schools have been opened in Ireland, Japon, South Korea, Canada, Australia, Norway, Italia, USA, and England. Nobody should be surprised in the near future if they see the tags of expensive brands on coats and bags made of felt. Felt products will be imported to the world. Thankfully, those who passed by here will know the homeland of felt. Felt is on the way to becoming a leader in world fashion, so Turkey should have a say in it.”
Umut Arabul/ 2010
İN NEWYORK,USA
in
NEWYORK PUBLIC LIBRARY , Turkish Fine Art of Felt
By UMUT ARABUL, 2010 ...
Kece Hakkinda
-"Keçe sadece yünden yapılan ve bir ustanın maharetli ellerinde türlü işlemlerden geçerek ortaya çıkan bir materyal, bir obje değil bana göre. Keçe yapmak gerçekten büyük efor ve sabır isteyen bir uğraş.
Keçe yapmak yünü tanımakla başlıyor çünkü her yünden keçe olmuyor, olsa da istenilen kaliteyi vermiyor.
Yün önce taranır, sonra yıkanır, sonrada kök boyalarla renklendirilir. Sonra, sonrası usta ve ekibine kalmış...
Keçe yapmak insana ilk önce; Çalışma disiplini öğretir.
Hep bir süreklilik ve ritimle çalışıyorsunuz. Önceleri sadece keçeyle ilgili olan bu ritim sonra günlük hayatın her bölümüne yansımaya başlar. Pasif olan enerjinizi aktif hale getirip, bir eser meydana getirmenin mutluluğu, iç dünyanızda ortaya çıkmakta olan huzuru daha bir zenginleştirir.
Desen yapma aşamasında keçe insana sabrı öğretir.
Her yün parçasını yüzeye yerleştirirken finale biraz daha yaklaşmanın heyecanının yanında sabr edenlerin, sonunda nasılda mükafatlandırıldığını deneyimlersiniz.
Bir başka şey daha öğretir keçe; Yaratıcılık.
İçinizde var olanı keşfederek insanlarla paylaşırsınız. Bu sırada önemli olan, insanların sizin yaptıklarınızı beğenip beğenmemesi değil, sizin hayal dünyanızdan dışarıya çıkacak güzellikler için kapıyı aralayabilmenizdir.
“Tanrı’ya en yakın olanlar sanatçılardır çünkü onlar ilhamı direkt olarak Tanrı’dan alıp insanlara ulaştırır” diyen bir düşünürü haklı çıkartırcasına siz de keçe yaparken bir iletken görevi üstlenir, ilahi olanla bir yakınlık kurmaya çalışırsınız.
Keçe yaparken farkında olmadan bir başka şey daha öğrenir insan; Ben öznesini bırakıp, biz köprüsünü kurmayı, yani ekip çalışmasını.
Eskiden klasik keçe ustaları bir çift keçe yapmak için 3-4 kişilik bir ekiple kolektif bir şekilde çalışırlarmış. Elbette o büyük keçeleri tek başına yapamazlardı. Bir beyin ya da bir kişinin enerjisi değil, 3-4 beyin ve 3-4 kişinin enerjisi ve emeği buluşuyordu keçede, desenlemede, tepmede ve pişirmede.
Bu ise ben (ego) merkezli bugünkü toplumumuzun en büyük eksikliği.
En son aşamada; her şeyi elde etmeye çalışan ve hayatı büyük bir koşuşturma içinde geçen günümüz, makineleşmiş insanına bir başka şey daha fark ettirir keçe ; Yavaşlayabileceğini, zihni arındırabileceğini. Doğu felsefesinde buna meditasyon diyorlar. Keçe yapmak güçlü bir terapi gibi, kendinin, kendinle baş başa kalmasına aracılık eder.
Ve ben şuna inanıyorum ki bir gün keçe yapmak güçlü bir terapi aracı olarak kullanılacak. Renkler dans ederken, bir gün sizde bu renklerin dansına katılacaksınız ve belki de keçenin en gizemli yönünü, mistik boyutunu keşfedeceksiniz.
İşte o zaman keçe basit bir dekoratif obje olmaktan çıkıp, yaşam biçiminiz olacak."
Keçe hakkında yazılacak çok şey var ama en önemlisi: Bir zamanlar çok popüler olan bu sanatın duraklama devresinden sonra tekrar insanlar arasında ilgi görmeye başlaması.
Avustralya, Kuzey Avrupa, Amerika ve elbette Türkiye’de keçeyi yeniden keşfetmek isteyen insanların çoğalması ve keçenin kullanım alanlarının genişlemesiyle de ticari yönünün artması bu sanatın gelecek kuşaklara aktarılmasında bize gerçekten büyük umutlar veriyor...
Umut Arabul/ 2010
İN NEWYORK,USA
in
NEWYORK PUBLIC LIBRARY , Turkish Fine Art of Felt
By UMUT ARABUL, 2010 ...
Abouth Felt
-" In my opinion, the felt is not only a material, an object that is made of wool and turns up after several process by the master. Making felt is a work requiring major effort and patience for real.
Making felt starts with being familiar with the wool since we can not get felt out of any wool and even if we do, the quality won’t be satisfactory. The wool is first carded, then washed and colored with chemical paint or madder at last. The next is up to the master and his team.
What making felt teaches someone is first of all discipline of work. You always work with continuance and rhythm. This rhythm which is only about the felt at first, then starts growing over every part of our daily lives and enriches the peace arising in your innerlife.
During the section of making patterns, the felt teaches a man patience. Beside the excitement of getting closer to the end by placing each piece of wool on the surface, you also experince how you get rewarded in the end after showing patience.
Felt teaches one more thing: creativity.
You discover what is in you and share it with other people. During this, what matters is not if other people like what you do or not but the fact that you can inch open the door for the beautiful things that will come out of your imagination.
As if justifiying a philosopher who once said: “The ones closest to God are artists because they receive inspiration directly from God and carries it to people”, you undertake the mission of a conductor and try to get closeness to the divine one.
While making felt another thing is learned unconsciously: you leave the subject “me” aside and build the bridge of “us” which is teamwork. Classical felt artists used to work collectively with a team of 3-4 people just to make a couple of felts.
They did not make those big felts alone, of course. For the felt, the patterns, tramping and cooking, the brain and energy from not 1 but 3-4 people met. This is what lacks the most in our self-centered culture today. In the final section, the felt creates another realization for the mechanized people who try to obtain everything and rush from one place to another: that they can just slow down and purify the mind.
They call it “meditation” in Eastern philosophy. Making felts, as a powerful meditation, makes you lay your head together with yourself. And I believe that one day, making felts will be used in the means of meditation. Some day, while the colors are dancing, you will join the dance and maybe discover the most mysterious side and the mystical dimension of making felts. And then, the felt will lose its position as just a decorative object and be your way of life.
There is a lot more to write about felt but most importantly, this art, which was once very popular, started getting attention again among people after an age of sagnation.
Since there are more and more people who want to discover felt in Australia, North Europe, America and of course Turkey, felt’s area of use expands and its commercial side grows, we are highly hopeful that this art will be transferred to next generations. "
UMUT ARABUL
Newyork Public Library at 2010
UMUT ARABUL
ANTİQUE DE SCALANOVA
ANTIQUECHE
ICOM -
THE INTERNATIONAL COUNCIL OF MUSEUMS....
COMMİTTEE MEMBERSHIP
ROMAN - BYZANTIUM - OTTOMAN TURKISH - NOMADIC
ANTIQUE & JEWELLERY & TRADITIONAL FINE ARTS
COLLECTIONS
Ethnological & Archaeological Item Expert
Collecter & Dealer
Master Designer of Jewellery
Felt Maker & Designer
8 Ocak 2020 Çarşamba
Kitap 2 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI -UMUT ARABUL İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR İNANIŞ
İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR İNANIŞ
İnsanlar sorulduğunda onu hep reddetti; hurafe, cahillik, saçmalık dedi. Sonra sayısız tılsım örneğinden herhangi birini takı olarak boynuna, koluna taktı, yaşamına soktu. Gözboncuğu nedir sizce? Ya da başta cami ve türbeler olmak üzere hemen tüm kubbeli yapıların tepesindeki alem?
Gözboncuğu ya da nazarlık. Yani kötü gözden, kötü nazardan koruyacağına inanılan takı. Anadolu’da prehistorik kazılarda bile çok sayıda gözboncu u örneği bulundu. 7-8 bin yıl önce de amaç bugünküyle aynıydı: Kem gözden korunmak... Gözboncuğu bir tılsımdı yani. Minarelerin, camilerin, türbelerin hemen tüm kubbe ya da konik çatıların değişmez süsü âlem. İki işlevi var bu âlemin: Biri pratik işlev. Yani kubbeyi kaplayan kurşun levhaların tepede birleşme noktasındaki açıklığı örtmek.
İkincisi geleneksel işlev. Türkler Orta Asya’daki Şamanist dönemlerinde kötü ruhlara ve nazara karşı tılsım olarak çadırlarının ve evlerinin tepesine bir sırı a geçirilmiş yuvarlak, boncuk türü tepelikler koyarlardı. Âlem alışkanlığı ilk orada başladı.
Tılsım, büyülü bir sözcük. Hemen ardından büyü ve büyücülük gelir. Tılsımı neredeyse herkes kullanır ama büyücüye kimse iyi gözle bakmaz. O kadar ki, Hıristiyan dünyası asırlar boyunca büyücü yakma törenleriyle ünlenmiştir. Aslında büyücüler yakılmış ama büyücülerin hazırladığı ya da öğrettiği tılsımlar kullanılmıştır.
Büyücü ve tılsım ilişkisi herdaim ticari bir ilişkidir. Tıpkı bugün oldu u gibi; parayı verirsin, büyücü ya da hocaya (gerçek hocalar tabii ki konumuz dışında) tılsımı yaptırırsın. O kadar yaygındır ki tılsım; yaşama ilişkin her ana, her soruna, karanlık da olsa her iste e ait bir tılsım mutlaka vardır. İsmet Zeki Eyübo lu, “Anadolu Büyüleri” ve “Sevgi Büyüleri” adlı iki kitabında en yaygın tılsım, büyü, muska, başlıklarını şöyle sıralıyor: “Hastalıkların Giderilmesi”, “Kötülüklerden Korunma”, “Dileklerin Gerçekleşmesi”, “Kız Ba lama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Göz Değmesini Önleme”, “Ayırma”, “Horlamayı Kesme”, “Saç Dökülmesini Önleme”, “Gelin ve Güveyi Ba lama”, “Döl Muskası”, “Sevgilileri ve Karı-Kocayı Ayırma Muskası”...
Ticaret rekabet demektir ve rekabet sizi geliştirir. Şaka bir yana, bunlar tılsımın insan aldatmaya ve saşarın sırtından para kazanmaya yönelik uygulamaları. Aslında tılsım, büyücülerden çok önce vardı. Hatta alet kullanan ilk insan tarafından yaratılmıştı demek abartı sayılmaz.TILSIM,
TELESMA, TALİSMAN...
“Tilasm” Arapça bir söz. Grekçe’de ise “Telesma”. İngilizce, Fransızca ve Almanca’da “talisman”. Türkçe’nin eski söylenişinde “tılısmat”, bugün “tılsım”...
İnsanlar binlerce yıldır üzerindeki resimler, işaretler, yazılar nedeniyle ya da yalnızca rengi, biçimi, az bulunması yüzünden gizli bir güç taşıdığına inandıkları nesneleri böyle adlandırıyor. Bu ortak ad, tılsımın insan varlığıyla koşut geçmişinin; Orta Asya ve Mezopotamya’dan Mısır, Akdeniz ve Kuzey ülkelerine kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığını gösteriyor. Benzer inanışlara Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarında da rastlanıyor. Tılsım, her toplulukta de işik özellikler taşısa da tarihin ilk çağlarında bile evrensel bir kültür olabilmiş.
İlk tılsımın, bir taş devri insanının avını ya da düşmanını vurduğu sıradan bir taşa; ağırlık, keskinlik gibi fiziksel özellikleri dışında, rengi ya da üzerindeki farklı bir şekil nedeniyle gizli güçler atfetmesi ve onu uğurlu sayıp yanında taşımasıyla keşfedildiği düşünülebilir. Bu davranışın altında yatan, doğa koşulları karşısında zayıf ve savunmasız olan insanın, doğal bir olayı doğaüstü nedenlerle açıklaması, doğayı bu yolla etkileyebileceğini düşünmesi ve bu düşünceyle huzur bulup bunu inanç biçimi haline getirmesidir. Zaten dinler konusunda araştırma yapanlar da ilk insanın inancında din ve büyünün iç içe olduğunu, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra bu kavramların birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyor. İlk Türklerde, insanların Tanrı ve ruhlar dünyasıyla ilişkisini Şamanlar sağlıyordu. Ancak Şamanlar, insanları yaşamın her anında yakınında olup koruyamayacağı için, genellikle kayın ağacı, keçe, bez gibi malzemelerden ilkel tasvirler yapıyor (ongun), küçük deri parçaları üzerine bazı figür ve gizli işaret (bitis) çiziyor, insanlar da bunları yani tılsımları üzerlerinde ve evlerinde bulundurarak korunuyorlardı. Aradan on binlerce yıl geçti. Ama insanlar hala çeşitli tasvir ve figürlerle korunmaya çalışıyor. Bir farkla; bunlar artık ilkel figürler değil; değerli metaller, değerli ve yarı değerli taşlarla yapılmış ziynet eşyaları...
Tılsımlı taşlar...
İnsanlar binlerce yıldır yalnız kendi ürettikleri yazı, resim ve desenlerin değil; değerli ve yarı değerli taşların ve bazı organik materyallerin de tılsım gücü oldu una inandılar. İşte size bu inanışlardan bir demet :
Elmas: Yüzyıllardır kadınları erkeklere karşı sihirli bir koruma altı na almıştır. Hediye olarak alınan elmasın satın alınandan daha fazla koruyucu özelliğe sahip olduğuna inanılır. Büyü, zehirlenme, hastalık ve karabasanlardan korur; öfkeyi önleyip dirayetli olmayı sağlar. Zümrüt: Yeşil rengi yüzünden yağmur yağdırdığına inanılır. Beden-ruh-zihin için tonik vazifesi görür ve kuvvetli bir duygusal dengeleyicidir. Zümrüt e kimi yerlerde “Koşulsuz Aşk Taşı” da denir. Sevgililerin birbirlerine verebileceği en iyi arma an olarak görülür.
Sitrin : Böbrek, kolon, ciğerler, hazım organları ve kalp için faydalıdır. Bir adı da “Tüccar Taşı” olan sitrini, kimi ticaret erbabı parasal gücü arttırdığına inanarak kasasına koyar.
Sair: Krallar tarafından kötülükleri uzaklaştırmak için kullanılırdı. Ayrıca sevgilileri koruyan özel güçleri vardır. Kalp ve böbrekleri kuvvetlendirir, tüm salgı bezlerini harekete geçirir, pisişik yetenekleri arttırır ve sezgiyi güçlendirir.
Yeşim: Büyük Çin Ejderi’nin yeryüzüne boşalttığı tohumlarının donup yeşim taşı olduğuna inanılır. Bugün bile Çinli işadamları bir işe başlamadan önce yeşimden tılsımlarını tutar, okşar ve ondan güç alır.
Ayrıca akıl hastalıklarına, iç hastalıklarına, göz bozuklu una ve kadınların adet ve doğum sancılarına iyi geldi ine inanılır. Kırmızı mercan: Nazardan, cinlerden, büyü ve delilikten koruduğuna inanılır. Hormon dengesizliği olan kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin cinsel organları yanında taşımaları tavsiye edilir. Ayrıca bebekleri koruduğu, diş çıkarmasına yardımcı olduğu söylenir. Kehribar: Kötü talihi yenmeyi sağlar, şansı açar. Kolyesinin, zehirlenmelere karşı korudu una inanılır. Penis şeklinde yontulup, takıldığında nazara ve kötü ruhlara karşı etkindir. Hayvan biçimlerinde işlenen kehribarlar erkeklerde cinsel gücü, kadınlarda do urganlığı artırır. Doğal şekli bozulmadan boyuna asıldığında guatr hastalığını tedavi eder.
Lal: Cinsel enerjiyi ve duyarlı ı artırdı ı, cinsel dengesizlikleri düzelttiğine inanılır, bu yüzden “Tutkuların Taşı” da denir. Kalp şeklinde yapılmış tılsım laller, eşleri ve sevgilileri cezbetmeye yarar, yatak ve yastık altına konulduğunda kötü rüyaları ve gecenin kötü ruhlarını kovar.
Ametist: Ametist; eski çağlarda “sarhoşluğu yok eden taş” diye bilinirdi. Bu yüzden o dönemde ametistten kadeh, çanak gibi kaplar yapıldı. Ayrıca, endokrin ve bağışıklık sistemini güçlendirir, kanı temizler ve enerji verir.
Kuvars: Duygusal dengeleyicidir. Beyin fonksiyonlarını düzenler. Büyücülerin kristal küreye bakarak kehanette bulunmaları, kuvarsın zihinsel konsantrasyonu kolaylaştırmasındandır.
Pembe kuvars: “Aşk Taşı” da denir. Onu üzerinde taşıyanı öfkeden, suçluluktan, korku ve kıskançlıktan korudu u ve kısırlı a karşı faydalı oldu una inanılır.
Dumanlı kuvars: “Rüya Taşı” da denilen bu taşın; umutsuzluğa, üzüntüye, öfkeye, depresyona ve di er negatif etkilere karşı korudu una inanılır.
Kaplan gözü: Bir tür kuvars olan bu taşın, taşıyanları başkalarına daha az bağımlı kıldığına inanılır. Ancak bu durum ikili ilişkileri, iş hayatını ve ortaklıkları olumsuz etkileyebilir.
Tedavi edici özelliği de vardır: Sindirim sistemi, dalak, pankreas ve kolon için faydalıdır.
Opal: Hakkında çelişkili inanışlar vardır. Talihsizli e yol açtı ı da söylenir, güven duygusunu artırıp, düşmanlara karşı güçlü kıldığı da. Görme duyularını güçlendirip, sezgiyi arttırır. Üst bene ulaşmak için de kullanılabilir.
Lapis lazuli: Rengi yüzünden göklerin sembolü olarak kabul edilir. Küçük çocukları korkularından ve solunum yolu hastalıklarından uzak tuttu u için “Çocuk Taşı” da denir. İskeleti kuvvetlendirir, tiroid bezini harekete geçirir, tansiyon ve kaygıyı azaltır, zihni açar.
Hematit: Enerji ve canlılık verir, stresi azaltır. Çekim gücü fazla olduğundan, kişisel çekim, neşe, cesaret ve istek verir, kararsızların karar vermesini sağlar.
Yakut: Cesaret, ruhsal gelişme, liderlik, mutluluk duygularını arttırır. Cinsel aşırılıklara iyi geldiğine, tasadan, korkudan, zehirlenmeden, zihinsel bozukluklardan, erken ölümden hatta sel, fırtına gibi do al afetlerden korudu una inanılır. Yakut, ete ya da dişe takıldı ında güç ve enerji verir.
Akik: Bedeni ve zihni kuvvetlendirir, taşıyanı tehlikeden korur, uyumsuzluklara son verir.
Akik; uykusuzluğa, korkaklığa, karabasana, nazara ve metabolizmaya da faydalıdır.
Gerçeklerin farkına varılmasını sağlar. Aquamarine: Takana özellikle ölüm karşısında cesaret verdi i söylenir. Bu niteliği ve rengi yüzünden denizcilerin en önemli tılsımıdır. Kahinler geleceği görmek için kullandığından “Kahin Taşı” da denir. Ayrıca sinirleri yatıştırır, düşünceyi berraklaştırır ve yaratıcılığı artırır. Böbrek, karaciğer, dalak ve tiroid bezini kuvvetlendirir, vücudu temizler.
Obsidyen: Karın ve ba ırsakları iyileştirir, zihin ve duyguyu birleştirir. Kaygıyı azaltır, takıntıları düzeltir, akıl ve sevgi ile bağlarımızdan kopmamayı sağlar.
Kara kehribar: Cinlere ve melankolik durumlara karşı korur. Nazara karşı en üst koruma yaptığına inanılan taştır. Yakıldığında dumanının yılanları kovduğuna inanılır.
Aytaşı: Lenf sistemindeki bozuklukları düzeltir. Hindistan’da kutsal bir taştır ve sevgililerin ihtirasını artırdığına inanılır. Kadınlar kısırlığa iyi geldiği, üreme organlarındaki sorunları çözdüğü ve doğumu kolaylaştırdığı için taşırlar. Ayrıca, egoizmi giderdiği ve oburluğu tedavi ettiği de söylenir.
Topaz: Eski zamanların en kudretli taşlarından biri olan topazın, göz hastalıklarını ve veba gibi salgın hastalıkları ortadan kaldırdı ı söylenir.
Turkuaz: En yaygın tılsım taşıdır. Vücudu kuvvetlendirir, hücreleri yeniler, kan dolaşımını, ci erleri canlandırır. Sakinlik verir ve yaratıcı ifadeye güç kazandırır.
Oniks : Kaygıları azaltır, kadın/erkek zıtlaşmasını dengeler, ilikleri kuvvetlendirir, bağımlılıklardan kurtulmaya yardım eder.
Altın
MİTOLOJİ: Başka hiç bir kıymetli madenin olmadığı kadar destan ve efsanelere konu olmuştur.Elinde yeteri miktarda bulunduranın gücü ve etkisi arttığından, ihtirası körüklemiş ve birçok savaşa yol açmıştır.Halen bugün ülke yönetimleri Altın rezervlerine göre milli para istikrarını sağlarlar. Kayıtlara göre M.Ö.3500 yıllarında bile Mısırda para olarak basılmaktaydı.En değerli maden olduğundan, hediyelik eşya olarak da çok rağbettedir.Bir çok kültürde sıcak ışıltısı, gücü ve enerjisiyle Güneşi temsil etmiştir. Barok Sanatı`nda büyük alanları Altın ile kaplanmıştır.Günümüzde Altın genelde ziynet eşyası ve takı olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda bir yatırım aracı olma işlevi vardır.
BURÇ: Altın hiçbir özel burca atfedilmemiş olup, bütün burçları etkilemektedir.
ŞAKRA: Bütün şakralarda uygulanabilir. Ancak Boğaz ve Kalp Şakrası`na çok daha güçlü bir etkisi vardır.
MİNERALOJİ
Renk : Altın şansı olarak kendi ismiyle anılır.
Sertlik : 2.5 - 3
Formül: Au
Altın bir elementtir. Altın, Kuvars damarlarında veya Altın damarlarında bulunabilir ve bazen zengin tabakalar oluşturur. Yuvarlaklaşmış taneler olarak çakıl ve kumlu nehir yataklarında da bulunur.Başka metallerle karıştırılmasıyla, rengi sarıya veya kırmızıya dönebilir. Saf altın, işlenmek için fazla yumuşak olduğundan, takı üretiminde, daha iyi işleyebilmek için, içine bakır, pirinç, gümüş veya platin gibi değişik metaller katılır. Kuyumcularda duymuş olduğumuz 8, 14, 18, 22, 24 gibi Altın ayar numaralan da, bu karışımın oranını göstermektedir.En büyük Altın yatakları Avustralya, Güney Afrika, ABD ve Eski Sovyet ülkelerinde olmakla beraber, Türkiye´de de bulunmaktadır.
TAŞIN BAKIMI: Çok önemli tedavi taşlarla Altın monte ettirmek önerilir. Saf altın parçalan tedavi açısından çok etkilidir. Altının ayda bir kere akan suyun altına tutularak boşaltımı yapılır. Yüklenmesi ise Güneş`e koyarak sağlanır.
TEDAVİ ETKİLERİ
Bedensel: Altın bütün taşlann etkisini artırmaktadır. Altın, kendi başına uygulandığında çok hafif ve sakin bir etki de bulunsada, uzun süreli ve tene temas ederek takıldığında, bütün organizmayı etkilemektedir. Özellikle ileri yaşlarda çok önem arz eden, metabolizmanın sağlıklı ve aktif olmasını sağlar. Bu çok önemlidir, çünkü metabolizmanın kötü çalışması, kemik ve hücrelerde değişik şekillerde tortulanmalara sebep olur ve bunun neticesinde esneklik ve hareket kabiliyeti azalarak erken yaşlanılır.Altın, romatizmal (artrit ve artroz gibi) hastalıklarda da tedavi edici etkisini göstermektedir. Altın ayrıca eser miktarda vücudumuzda da mevcuttur ve bezlerdeki hormon üretimimizi dengelemektedir.Takılan Altın ayrıca yemek alışkanlığını da dengeler. Aşırı iştah veya iştahsızlık gibi yeme bozuklukları, altm sayesinde kontrol altına alınabilir.
Ruhsal: Altın ruhun ilacıdır, kendine güveni artırır ve taşıyanına maddi değerinden dolayı rahatlık, zenginlik ve huzur verir. Ancak aç gözlülük, tamahkârlık gibi negatif özellikler de altının etkisiyle güçlenir.Çalışkanlık, aşk ve sadakat Altm sayesinde edinilebilen pozitif özelliklerdir.Ondan olumlu ya da olumsuz etkilenmek tamamen size kalmıştır.
Gümüş
MİTOLOJİ : İlk çağlarda Gümüş altından daha değerli sayılırdı.Gümüş`ün sikke olarak kullanımı M. Ö. 2500 yılma kadar gitmektedir. Asya`da kurşun madenlerinde mevcut gümüşün bile, ayrışımı yapılarak gümüş elde edilmesi bilinirdi.Eskiden Avrupa`daki en büyük gümüş madenleri, İspanya ve Saksonya`da bulunurdu. Amerikanın keşfinden soma oradaki zengin madenlerden dolayı, Avrupa madenleri önemini yitirmiş ve gümüş hızla değer kaybetmeye başlamıştır.Gümüş çoğu kez kullanım eşyası yapımında da kullanılmış ve gümüşten kupalar, çanaklar, kaseler ve yemek takımları yapılmıştır.
Erkeksi altının karşıtı, karakteri dişi olan Gümüş`tür. Altın Güneş`in madeniyse, Gümüş de Ay`ın madenidir.
Eski bir halk inancına göre: Bir kadının niyet tutmak istediği zaman, bunu elinde gümüş bir sikke çevirirken, Ay`a bakarak yapması gerektiğine inanılırdı.
BURÇ: Özel bir burca ithaf edilmemiş olup, bütün burçlarda kullanılabilir.
ŞAKRA: Bütün şakralarda kullanılabilir. Ve bir çok taşın gücünü artırma özelliğine sahiptir.
MİNERALOJİ
Renk : Renge adını vermiştir. Gümüşi ve parlaktır.
Sertlik : 2.5 - 3
Formül: Ag
Bu kıymetli beyaz parlak maden, en iyi akım ve ısı iletkenidir.Nadir olarak saf halde, genelde sülfıd mineralleri, kurşun veya bakır cevheri olarak bulunur.Sülfür bileşimiyle gümüş sülfür olur ve siyahlaşır. Küçük miktarda da olsa, havada da sülfür olduğundan, gümüş hava ile temasta zamanla kararır.Bakırla birlikte ve nikelajlanmış olarak Gümüş, günümüzde de madeni para olarak kullanılmaktadır.En büyük Gümüş madenleri: Meksika, Peru, Kanada, ABD, Avustralya ve Rusya`dadır.
TAŞIN BAKIMI: Saf Gümüş bulmak çok zordur. Çünkü genelde başka madenlerle birlikte bulunur ve eritilerek ayrıştırılır.Gümüş`ten çoğunlukla takı veya kullanım eşyaları üretilir.Kararmış gümüş, gümüş banyolarında, özel preperatlarla veya gümüş bezleriyle temizlenebilir.
TEDAVİ ETKİLERİ
Bedensel: Birçok taşın etkisini artırır. Daha doğrusu çok güçlü taşların etkisini azalttığı gibi daha etkisiz taşların ise etkisini artırır.Vücut sıvıları üzerinde etkilidir. Her bir salgı bezinin salgı üretimi üzerinde dengeleyici etki yapar, midenin aşırı asit salgısını önler ve iştahı dengeler.Diabet ve tiroid (guatr vs.) hastalıklarında da önerilir.
Hava şartları veya diğer dış etkenler dolayısıyla dengesi bozulan dolaşım sistemini yeniden dengeye sokar.
Bu nedenle hava aşırı sıcak ya da soğuk, düşük veya yüksek basınç olduğunda, sabah uyanır uyanmaz hemen bir gümüş bir takı takabilirsiniz.Gümüş mide bulantısı ve migrene karşı da etkili olduğundan dolayı, özellikle hamilelere önerilir.
Ruhsal: Gümüş`ün ruhsal olarak da dengeleyici etkisi vardır. Asabi, sinirli ve çabuk parlayan insanlar, gümüş takmalıdırlar.Sıkılgan ve utangaç insanlara kendine güven sağlar ve diğer insanlarla iletişimlerinde kendi fikirlerini ve istekler ini söyleyebilme cesareti verir.
Kitap 2 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI -UMUT ARABUL 4-Lidya Gümüşleri ...
Lidya Gümüşleri ...
Efsanevi Lidya Krallığı’nda insanların topraklarında refah içinde yaşam sürdükleri kabul edilmektedir. “Karun kadar zengin” benzetmesi de, Lidya Kralı Kroisos’un adının zaman içinde değişime uğramasıyla oluşmuş bir deyimdir. Müzelerimizde sergilenen antik Lidya gümüşleri bugün bile büyük bir beğeni ile karşılanıyorlar ve hatta günümüz takı tasarımcılarına ilham veriyorlar.
Batı Anadolu’nun verimli topraklarında hüküm süren Lidya Krallığı, başkentleri olan ve bugün Manisa sınırlarında bulunan Sardes’te, başta sanat ve bilim olmak üzere, bir çok alanda faaliyet göstermişler. Uygarlık tarihinde önemli bir yere sahip olan Lidyalılar sadece ilk parayı icat edip, kullanmakla kalmamışlar; aynı zamanda maden işlemeciliği ve kuyumculuk alanlarında da adlarından övgü ile bahsettirmişler. Verimli Lidya ovalarının ve gıpta edilen zenginliklerinin getirdiği bollukla; desenlerin, figürlerin dünyasını keşfe çıkan ve öğrendiklerini gümüşe, altına yansıtan usta ellerin eserleri bugün bile görenlerin nefesini kesecek güzelliktedir.
Yüzyıllarca bolluk, bereket, refah ve zenginlikle bir tutulan Lidya toprakları, bunların sadece söylencelerden ibaret olmadığını kanıtlamak istercesine sayısız anıt ve eserlerle doludur. Karun Hazinesi olarak tanınan altın ve gümüş eselerden oluşan hazine, yasadışı yollardan yurtdışına kaçırılmış ve daha sonra resmi kanallarla Türkiye’ye iadesi sağlanarak, sergilenmek üzere Uşak Müzesi’ne verilmiştir. Çeşitli altın ve gümüş eserlerden oluşan hazine, görenleri tam anlamıyla hayran bırakacak nitelikte zarif ve güzel. altın eserler arasındaki kolyeler, broşlar, bilezikler, küpeler ve yüzükler aradan geçen bunca yüzyıla karşın takı seven insanların rüyalarını süslüyor. Karun Hazinesi’ndeki gümüş eserler ise, gümüşün asaleti simgelediğinin çok eski bir Anadolu örneği olarak karşımıza çıkıyor. Gümüş eserler arasındaki çeşit çeşit kaseler, kepçeler, tütsü kapları, fibulalar ve sürahiler, Lidyalılar’ın gümüşü işlemedeki benzersiz incelik ve zarafetlerini de gösteriyorlar.
Arkeoloji dünyasında Phiale olarak bilinen geniş ağızlı kase formunu gümüşe uygulayan Lidyalı ustalar, kaseleri sadece gümüşün ışıltısına emanet etmemişler; onları ince ayrıntılı desenlerle de süslemişler. Kimi kaselere mitolojik figürler, kimi kaselere bitkisel motifler işleyen bu ustalar, kimi kaseleri de hayvan figürleri ile süslemişler. Sanatı gümüşle, estetiği günlük yaşamla birleştiren Lidyalılar’ın hünerli ellerinden çıkan gümüş eserler gerek günlük yaşamda, gerekse törenlerde, ibadetlerde kullanılmışlar. Çeşitli figürlerle süslü gümüş tütsü kaplarındaki tütsülerle dini törenleri gizemli bir hale getirirken, kutsal içeceklerini de birbirinden ilginç süslemeler ve motiflerle bezedikleri gümüş kepçelerle sunmuşlar. Antik çağ sanatının gözde motiflerini el emeği göz nuru bir dantel edasıyla tek tek gümüş eserlere aktaran Lidyalılar için sanat, belli ki gümüşle ve altınla yaşama dahil olmuş. El işçiliği ile özen ve sabırla bezenen kaseler, sürahiler, kaşıklar başlı başına sanat eseri gibi özenle işlenmişler. Kimi zaman lotus ve palmet motifleri ile kimi zamansa damla şeklinde süslenen gümüş eserler, sanatlarının asırlar sonrasına ulaşabileceğini bilmeyen ustalar tarafından sabırla yapılmış.
Süslemelerde teknik olarak bazen kabartma, bazen oyma, bazen de kazıma teknikleri kullanılmış. Bazı gümüş kaselerin dışında kabartma olarak yapılmış olan sakallı erkek başları ise sanatçıların hünerlerinin yanı sıra, sabır ve özenlerini de ispat eder gibidir. Karışık hayvanlardan oluşan figürler ya da aslanla boğuşan Persli figürleri de Phiale olarak adlandırılan kaselerde sıkça kullanılan figürlerdendir.
Kepçe, süzgü ve kulpu olan diğer kaplarda kulplar sade bırakılmamış, çeşitli hayvan figürleri ile süslenmiştir. Bu figürler arasında aslan ve kuğu figürleri en çok kullanılanlardır. Kulpları, bir kuğunun boynunun zarafeti ile güzelleştiren Lidyalı ustalar, aynı kulpları bir aslanın esnek ve çevik vücudu ile de hareketlendirmişler. Kuğudan başka gümüş eserlerde kullanılan bir diğer kuş figürü de horozdur. Özellikle kapların kapaklarında tutma işlevi için kullanılan bu figür ince işçilik ve ayrıntılı görünümü ile dikkat çekici bir şekilde işlenmiştir.. Oinochoe olarak bilinen sürahi kulplarında görülen formada, kulp genç bir erkek bedeninden oluşmakta ve bu genç figür iki aslanı tutarken gösterilmiştir. Görülüyor ki, Lidyalı sanatkârlar gümüş eserler üzerindeki her ayrıntıyı, her inceliği en güzel yaklaşımlarla yorumlamışlar ve kendi becerilerine, o dönem sanatının estetiğini katmışlar. Lidya gümüş eserlerinde görülen bir başka önemli figür de sfenkstir. Kuş kanatlı, aslan gövdeli ve insan başlı bu karışık mitolojik yaratıklar, antik çağ sanatının bir çok alanında sevilerek kullanıldıkları gibi, Lidya gümüş işlemeciliğinde de kendilerine önemli bir yer bulmuşlardır. Özellikle kulpların birleşim yerlerinde ya da kase kenarlarında kullanılan sfenks figürleri mitolojideki gizemlerini, gümüşün ışıltısı ile pekiştirir gibidirler. Lidya gümüş eserlerinde görülen işçilik ve teknik kuşkusuz göz alıcı ve incedir. Ancak daha fazla pırıltı, daha fazla estetik kaygısından mıdır bilinmez, Lidyalı sanatkârlar eserleri sadece gümüşten üretmemişler, aynı zamanda altın ve gümüşü birlikte kullanarak farklı tasarımlar ortaya çıkartmışlar. Bu tip kullanımda gümüş eserin üzerindeki motif ve figürler altından yapılıyor ve gümüşün ışıltısıyla, altının parıltısı göz okşayan bir birliktelikle, kusursuz bir estetikle harmanlanmışlar. Böylece gümüş eserler sanatsal açıdan paha biçilmez bir hale gelmiştir.Anadolu’da yaşayan halklar içerisinde efsanevi zenginliklere sahip olduğuna inanılan Lidyalılar, Anadolu’nun zengin kültür mozaiğine eşsiz altın ve gümüş eserler katmışlardır. Gerek altını, gerekse gümüşü işlemedeki başarılarının yanı sıra Lidyalılar, desen ve figürlerdeki benzersiz estetik ve incelikle de haklı bir üne kavuşmuşlar.
Metropolitan Müzesi’nde geri gelen ve şimdi Uşak Müzesi’nde sergilenen altın ve gümüş eserler, Heroto’un öykülediği Delphi’deki hazinenin yapıldığı tarihten sonra bir döneme M.Ö. 252-450 sürecine, aittirler.
Uşak Müzesi’ndeki hazinede bir oniochoe büyük bir olasıkla Anadolu’dan İtalya’ya göç etmiş olan Doğu Helenli bir ustanın eseridir. Buna karşın birçok figürlü tasvir Helen sanatının taşralı örnekleridir. Geri kalan değerli altın ve gömüş eserlerin büyük bölümü Pers kökenlidir.
Paranın ( Sikkenin ) İcadı
Lydialıların bir de dünya tarihi bakımından çok önemli bir rolleri olduğu kabul edilir. Nitekim Helen yazılarında göre madeni sikkeleri Lydialılar icat edilmişlerdi. Ancak bu satırların yazarı bir devlet tarafından basılmış olan paranın alışveriş aracı olarak kullanılmasının daha çok Anadolulu Helenlerin becerisi olduğu düşüncesindedir. Çünkü Lydialılar deniz ticaretinden yoksun olduktan başka güvenceli, ulaşımı kolay yollara sahip olmamaları nedeniyle Doğu ülkelerindeki ticaret ve kültür merkezleriyle sürekli bağlantı da kurulamamıştır. Nitekim Lydia sanat eserlerinde Pers işgaline, yani 545 tarihine değin hiçbir Mezopotamya ya da Mısır etkisi görülmektedir. Buna karşılık Anadolulu Doğu Helenler M.Ö.650 tarihlerinden başlayarak bir yüzyıl boyunca bütün Karadeniz çevresinde kurdukları kentler ve Akdeniz kıyılarında sahip bulundukları ticaret üsleri ile o zamanki dünya ticaretinde egemen durumundaydılar.
Böylece paranın icadının Helenlerle Lydialıların ortak bir başarısı olarak akla yakın gelmektedir. Beklide altın, gümüş ve bronz madenleri Lydialılar veriyor ve paranın da Anadolu Helen kent devletçikleri sağlıyorlardı. Nitekim para üzerindeki aslan ve boa resimlerinin de Doğu Helen biçiminde olması bunu açığa vurmaktadır.
Zaten madeni figürlü sikkelerin ortaya çıkışı da yıllar önce İngiliz arkeoloğu E.S.C Robindın’ın saptadığı ve bu satırların yazarının da belirttiği gibi M.Ö.630 tarihlerinde olagelmiştir.. Buda Milletos başta olmak üzere Anadolulu kent devletçiklerinin en parlak dönemine rastlanmakta ve paranın kullanılmasını gereken durumun ancak Anadolulu Helen işadamlarına yarayacağını kanıtlamaktadır.
Kitap 2 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI -UMUT ARABUL 3- Osmanlı Mücevher Tarihi
Osmanlı Mücevher Tarihi
Jean-Etienne Liotard, Peralı Frenk Kadını,
Cenevre Sanat Müzesi, tual üzerine yağlıboya 18.yy.
Osmanlı kuyumcusu, bir nakkaş gibi ince çalışarak, tasarımını taşın biçimine az müdahale yapmaya, tasarımını taşın biçimine uydurmaya özen göstererek, bir imparatorluk sentezi olan Osmanlı ruhunu yansıtan, natüralist ağırlıklı yapıtlar vermiştir. Osmanlı Devleti'nin gücü artıp, sınırları genişledikçe mücevherde kullanılacak değerli taşlar ve maden giderek daha kolay sağlanır olmuş, genişleyen topraklardan Osmanlı başkentine hünerlerini sergilemek üzere getirilen, örneğin Horasan'dan, Tebriz'den, ya da Bosna'dan; Balkanlar'ın değişik bölgelerinden veya Rus sınırlarından, Gürcü ve Çerkes bölgelerinden gelen kuyumcu ustalarının da katılımıyla mücevher üretimi giderek çeşitlenmiş ve zenginleştirilmiştir (1). Osmanlı mücevherinde kakma, çalma, oyma, savat(niello), telkari(filigran), hasır, mıhlama gibi teknikler kullanılmıştır.
Pek çok Osmanlı mücevherinin, özellikle de takıların günümüze ulaşmama nedeni, mücevherin yüzyıllardır değişmez kaderinin sonucudur; mücevherler yüzyıllar boyunca kah farklı gereksinimleri karşılamak üzere bozdurularak paraya çevrilmiş kah mücevher modasının değişmesiyle yeni modaya uymak amacıyla değişime uğramıştır;günümüzde ise bu eğilimin azalarak da olsa sürdüğü söylenebilir.Hazined eki mücevherlerin, yüzyıllar süresince artması, eksilmesi ve değişime uğraması kaçınılmazdır.Hazine deki değerli madenler , gerektiğinde bozdurularak devletin hizmetinde kullanılmıştır.Örneğ in Kanuni Sultan Süleyman, 1566 yılında Zigetvar seferine gittiği zaman Saray-ı Amire'deki altın ve gümüşleri darphaneye verip akçe kestirmiştir(2). Hazineden bazı mücevher veya eşya ,hazinedarbaşının önerisi üzerine, işe yaramadığı veya eskidiği gerekçesiyle de satılmıştır.
Murassa yeşim kutu, Topkapı Sarayı Müzesi 2/2085, 16. yüzyılın ikinci yarısı
Zümrütlü necef askı, Topkapı Sarayı Müzesi 2/469, 18. yüzyıl
Sultan I.Selim, şu anda Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Seksiyonu'ndaki ilk vitrinde sergilenmekte olan mührünün Osmanlı Hazinesi'ni mühürlemekte kullanılmasını kesin bir dille vasiyet etmişti:"Benim altunla doldurduğum hazineyi bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun!"(3)
Zümrüt, yakut, lal ve incili sorguç, Topkapı Sarayı Müzesi 2/204 18. yüzyıl
Osmanlı mücevher kültüründe takılar giyimin vazgeçilmez tamamlayıcısıdır. Osmanlı minyatürlerinde ve Osmanlı'yı betimleyen tablolardaki figürler bu konudaki önemli görsel belgelerdir.Arşiv belgeleri üzerinde yapılan çalışmalarda da mücevher takılarla kemerlerin, murassa(değerli taşlarla bezeli) düğmelerin ve bazı değerli giysi parçalarının birlikte kaydedilmiş olduğu görülür.
Sallantılı çiçekli dal üzerinde kuşlu broş, özel koleksiyon 19.yy.
Dal üzerinde kuşlu broş, özel koleksiyon 19.yy.
Osmanlı geleneğinde kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilmiş ve desteklenmiş bir sanat dalı olarak dikkat çeker; tüm sanat dallarının zirveye ulaştığı 16.yüzyılda gerek takılarda gerekse mücevher eşyalarda başyapıtların üretildiği görülür. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk döneminde, padişahın hem kendi görünümüyle, hem de çevresiyle ilgili benzersiz ihtişam arzusu, mücevhere büyük önem verilmesini ve mücevher eşyaların Osmanlı geleneğine yerleşmesini sağlamıştır, bunda Kanuni'nin gençliğinde kuyumculuk eğitimi almış olmasının yanı sıra, ünlü sadrazamı İbrahim Paşa'nın sanatsal beğenisinin de etkili olduğu açıktır(5).İhtişamda n hoşlanan Kanuni Sultan Süleyman için 1532 yılında Venedikli Kuyumcu Caorlini Ailesi tarafından değerli taşlarla bezeli, taç biçiminde bir miğfer hazırladığı, bu miğfere 100.000 duka değer biçildiği bilinmektedir(6).
Bir çift kabak çiçeği elmas broş, özel koleksiyon 19.yy.
Osmanlı arması formunda broş, özel koleksiyon 19.yy.
Murassa kemer tokası, Frankfurt Museum für Kunsthandwerk 14/230, 16.yy. sonu 17.yy. başı
Çiçek biçinli elmaslı zümrüt küpe, Topkapı Sarayı Müzesi 2/7532 18.yy. başı
Osmanlı beğenisindeki çok renklilik ve çeşitlilik; birbirinden bağımsız parçaların bir araya getirilmesi eğilimi, mücevherin kullanım tarzında da kendini göstermiştir. Avrupa mücevher geleneğindeki aynı motifi tekrarlayan takımların, şıklığın tamamlanması için neredeyse bir zorunluluk olmasına karşılık, Osmanlı mücevher geleneğinde takıların mutlaka birbiriyle uyumlu bir takım oluşturması gerekmez; farklı motifler sergileyen parçalar her zaman sevilerek bir arada kullanılmıştır. 18.yüzyılda İstanbul'da çalışmış olan ve "Türk Ressamı" olarak anılan Cenova'lı ressam Jean- Etienne Liotard'ın bir Peralı Frenk kadınını Osmanlı giysisi içerisinde betimlediği tabloda yer alan baş takılarının çeşitliliği, bu çok renkli beğeninin parlak bir örneğini sergiler.
Osmanlı takıları sorguç, istefan(hotoz) , zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, zehgir, mühür, halhal, pazubent, düğme, çaprast, zincir, saat, köstek, kemer, kemer tokası olarak sıralanabilir. Kur'an kabı, kılıç, hançer, bıçak, gürz, tüfek, tesbih, bardak, matara, kase, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, rahle, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak, Kabe hediyeleri gibi küçük boyutlu eşyalarda ve saraya ait taht,beşik, örtü, kaftan, zırh, pabuç, çizme, at koşum takımı gibi büyük boyutlu eşyalarda da mücevhere sıkça rastlanır.
Rafael veya Rafael ekolü, Sulatn I. Abdülhamid'in portresi, ayrıntı, tual üzerine yağlıboya, Topkapı Sarayı Müzesi 17/22, 18.yy. ikinci yarısı
Sorguç denince ilk akla gelen padişahın gösterişli sorguçlarıdır, ancak bu takı saray kadınları tarafından da kullanılan bir takıdır.Törenlerde atların da alnı sorguçlarla süslenmiştir. Sorguç, padişahın kendine bağlı bir hükümdarı, başarılı bir vezirini ya da komutanını ödüllendirmek üzere verdiği değerli armağanlardan biridir. Ancak padişahın sorguçları, kullanılan taşların kalitesi ve görkemiyle diğerlerinden farklıdır. Bir güç simgesi halinde sarığın ya da başörtüsünün üzerine takılan bitkisel veya damla biçimli sorguçların yükseklikleri, üzerine takılan balıkçıl, huma kuşu veya tavus kuşu tüyleriyle de artırılırdı. Abartılı irilikteki sorguçların 18. yüzyıldan itibaren, dönemin beğenisine uyarak çoğaldığı görülür. Osmanlı mücevher geleneğinde en ağırlıklı yere baş takıların sahip olduğu söylenebilir.
Gül biçimi yuvalara yerleştirilen taşlara bezeli eşyaların yanı sıra mücevher çiçekli dallar, özellikle "titrek" ya da "zenberekli" denen, arka yüzlerindeki menteşe veya spiral yayın hareketiyle salınmak üzere tasarlananlar ve kuş figürünün pek çok değişik biçimde kullanıldığı iğneler Osmanlı natüralizminin karakteristik yansımalarıdır. Bunlar çok küçük boyutlardan, giysi dekoltesi ya da baş tuvaleti üzerinde geniş yer kaplayacak irilikte olanlara kadar çeşitlenen elmasların pırıltısını hareketiyle artıran takılardır (10). Geç dönemde sıkça görülen kuş figürlü broşlar, tek başına veya bir dal üzerinde çalışılmıştır. Kuş gövdeleri, elmastan olabildiği gibi, biçimi uygun olan bir inci ya da yakuttan da olabilir. Avrupa mücevher geleneğinde özellikle Rönesans'tan itibaren sıkça kullanılan, değerli bir taşın veya bir barok incinin doğal formunun, mücevher bir figürün gövdesinde kullanılması esprisi, Osmanlı ustaları tarafından da sevilerek uygulanmıştır. Armalar, gemiler ve fiyonklar da geç dönemde broşlara uygulanana yeni tasarımlardır.
Ay ve yıldız, lale, gül, kabak çiçeği, menekşe, çiçek buketleri, dallar, kuş, kelebek, arı gibi doğa motifleri, broşlarda sıkça görülen motiflerdir. Küçük mücevher çiçekler, yalnızca başa veya giysinin üzerine değil, ince saç örgülerinin arasına da iliştirilmiş, böylece görünümün tümünde hareketli pırıltılar sağlanmıştır. Bunların yanı sıra taşlarla bezeli ya da incilerle örülmüş tepelikler, uzun saçların üzerinden bele doğru salınan enselikler ile alın üzerine ya da yüzün iki yanına sarkıtılan mücevher zülüflükler, Osmanlı saray kadınının baş süslerindendir. Başlıkların üzerine takılan, "istefan" denen taç biçimli takının kökeni, "çelek taşıyan" anlamına gelen Helenistik takı "stefaneforos" un olduğu kadar, Asya baş süsü geleneğinin de çeşitlenerek sürdürülmesi olarak yorumlanabilir(11).
Bir kadın takısı olan küpenin, az da olsa erkekler tarafından da kullanıldığı da görülmüştür. Kadın boynunun güzelliğini vurgulamak üzere tasarlanan damla biçimli incilerden, ya da zümrüt, yakut, elmas gibi taşlardan oluşan sallantılı küpeler, Osmanlı takı geleneğinde önemli yer tutar. Çift sallantılı küpeler "pay-ı çift", üç sallantılılar "üç ayaklı" olarak tanımlanır. Ortası elmaslı veya mineli, çevresi açılmış bir çiçeğin taç yaprakları benzeri dizilmiş, fasulye biçiminde, dolgun bir oval olarak kesilmiş veya doğal damla biçimli inci, lala, firuze, yakut veya zümrüt sallantılı küpeler, bu takı türünün gösterişli örneklerindendir. Yalın, çoğunlukla küçük inci sallantılı küpeler de, özellikle sıradan saray kadınları ve halk tarafından çok kullanılmıştır.
Osmanlı kadının karakteristik takılarının birçok minyatür ve tabloda oldukça ayrıntılı yansıtıldığı görülür;takılar kadın figürünün doğal tamamlayıcısı halindedir. Levni'nin tek figür çalışmalarından birinde, tüm kıvraklığını sergileyen genç rakkasenin yanağına doğru düşen, açılmış yarım çiçek biçiminde yerleştirilmiş damla zümrütlerden oluşan küpeleri, dolama hotozunu süsleyen uzun balıkçıl tüyleriyle süslü iki büyük murassa sorgucu, bileklerindeki üçer sıra altın toptan oluşan bilezikleri ve altın yaldızlı kemeri incelikle betimlemiştir(12).
Osmanlı giyim tarzında mineli, murassa veya inci düğmelerin yanı sıra sedef necef, fildişi veya yaldızlı maden gibi malzemelerden , tümü ya da tokası değerli taşlarla bezeli kemerler de, mücevher ile giysi birlikteliğinin tipik örneklerini sergiler. Birbirine tutturulan paftalar halinde hazırlanan kemerler bele ya da kalça üzerine takılır. İki iri yuvarlak murassa paftanın oluşturduğu kemer tokaları, en sık rastlananlardır. Kemer tokaları vücuda uyum sağlamak üzere hafifçe dışa bombeli olabilir. Oval biçimli, geniş murassa kemer tokaları ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun pek çok sanat dalında olduğu gibi kuyumculukta da yaşadığı parlak çağın, 16. yüzyılın ikinci yarısının tipik örneklerindendir. Yeşim paftalardan oluşan, paftaların üzerindeki zümrüt, yakut veya lal göbekli çiçeklerin çevrelerinde bükme altın telden zarif yaprakların dolaştığı, paftaları çevreleyen geniş altın kaplama bordürlerde de çiçek biçimli yüksek yuvaların içine aynı değerli taşların yerleştirildiği bu tür kemer tokaları içten sürgülü olduğundan takıldığında kesintisiz bir görünüm sergiler.
Çaprast denen, kaftan ve entarilerin göğüs kısmı açıklığını birleştiren karşılıklı şeritler, değerli taşlarla bezeli, altın veya mineli olabilir. Kaftanın bele kadar gelen ön yüzünü kaplayacak sıklıkta dikilmiş çaprastların elmaslı olanları, ilk olarak 19. yüzyıl padişah portrelerinde görülür(13).Giysi ile bütünleşmiş mücevherler olarak tanımlayabileceğimiz çaprastlar, özellikle Sultan III.Mustafa ve Sultan I.Abdülhamid portrelerinde dikkati çeker.
Türk kadınının günümüzde de vazgeçemediği takıların başında altın bilezik gelir. Yanyana takılan altın halka bilezikler , bu takının en yaygın türüdür. Küçük altın topların dizilmesiyle oluşan bilezikler de Osmanlı kadının bileklerini sıkça süslemiştir.
Zümrütlü yeşim zingir (ok atma yüzüğü), Topkapı Sarayı Müzesi 2(83, 16.yy. ikinci yarısı
Çiçek motifli bilezik, 19.yy.
Halka tamamlanmadan ortası açık bırakılan ve her bileğe uyum sağlayan burma altın bilezikler, yalın bilezik tasarımlarının bir başkasıdır. Aralıksız yanyana dizilmiş tek sıra elmastan oluşan bilezik ve kolyelere, hareket ettikçe ortaya çıkan görünümden esinlenilerek "akarsu" adı verilmiştir(14). Diziler halindeki inciler de bilezik olarak kullanılmıştır. Elmasla bezeli bileziklerde ise çiçek motifleri ya da "divanhane çivisi" motifi görülür.
Abdullah Buhari, Genç Kadın, 18.yy. ilk yarısı
Kitap 2 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI-UMUT ARABUL 2 -Takı Tarihi insanlık tarihiyle yaşıt
Takı Tarihi insanlık tarihiyle yaşıt
Günümüzde kadınların vazgeçilmez aksesuarları arasında yer alan takı ve mücevherin öyküsü insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Tarihte ilk takılar deniz kabukları ve hayvan dişlerinden yapılırken, dünyada gerçek anlamda ilk kuyumculuk Mezopotamya’da ortaya çıkarak yayılmış.
Modern insanın kültürel ve biyolojik evrimini tamamladığı buzul çağının son evresinde, yani günümüzden 30-40 bin yıl öncesinde, ilkel sanatın ilk ürünlerinden biridir takılar. Takının tarihte dans, müzik ve beden süsleme gibi sanat ürünleriyle birlikte ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlardan yapılan takılar daha çok dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Madeni işleme şeklindeki kuyumculuk, M.Ö. 3. bin yılın başlarında, Mezopotamya ve Mısır’da önemli aşamalar kaydeder. Bu bölgeden ticari ilişkiler, diplomatik armağanlar, istilalar ve göçlerle kuyumculuk teknikleri ve takı formları dünyanın dört bir yanına ulaşır. Bugün bile kullanılan granilasyon, telkari, döküm teknikleri ve süs kakmalar Mezopotamya ve Mısır’da geliştirilerek, başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Dokuz Eylül Üniversitesi, Taş ve Metal İşlemeciliği Programı Öğretim Görevlisi ve Kuyumculuk Tarihi Araştırmacısı Arkeolog Dr. Altan Türe, takı ve mücevherin öyküsünü Gold News okuyucuları için anlattı.
Takı, tarihte nasıl ortaya çıktı? Takının tarihi insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bize ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu gösteriyor. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl kadar önce bu sanat ürünleri birdenbire karşımıza çıkıyor. İlk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Kabile simgeleri olarak kullanılıyorlar. Malzeme olarak deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlar kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılığın başladığı yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı çağda günümüzden 7 bin yıl önce ilk maden takılarla karşılaşıyoruz. Burada doğal, saf kurşunlar soğuk dövme teknikleriyle işleniyor. Apetik, florit ve obsidyen gibi renkli taşların ilk kez bu dönemde cilalanarak ve parlatılarak boncuk formuna getirilerek kullanıldığını görüyoruz. Yine bu dönemin sonuna doğru M.Ö. 4. bin yılda maden talebi artıyor. İnsanoğlu yeni madenler ararken 4. bin yılın başında ilk doğal altın ve gümüş madenlerini buluyor. Bu dönemde aynı zamanda ilk siyasi yapılar ve şehir devletleri de kuruluyor. Böylece tabakalı toplumlar ve statü simgeleri ortaya çıktı.
Bütün bunlar hangi uygarlık döneminde ortaya çıkıyor?
Verimli hilal denilen İran, Akdeniz kıyı şeridi Mezopotamya ve Mısır’ın yer aldığı bölgede ortaya çıkıyor. Bu bölge tarım ürünleri bakımından bereketli ancak hammadde kaynakları yok. Bu nedenle Mezopotamyalı tüccarlar alışveriş için Anadolu’ya gelerek koloniler kurarak buralardan bakır, gümüş ve altın Afganistan’dan da kalay getiriyorlar. Bir grup sanatçı Mezopotamya’dan kalkıp Anadolu’ya geliyor. Örneğin Truva takıları böyle ortaya çıkmıştır. Kuyumculuk teknikleri Mısır ve Mezopotamya orijinli olarak çıkıyor ve bütün Akdeniz çevresine ve Avrupa içlerine yayılıyor.
Bilinen en eski kuyumculuk objesi ve takı hangisi?
İşin güzel tarafı tüm kuyumculuk objeleri birlikte ortaya çıkıyor. En eski kuyumculuk ürünleri Mezopotamya’da Ur şehrinin kral mezarlığından çıkartılmıştır. Bugün bile bir kuyumcu vitrinine koyun, müşteriyi çekecek mükemmelliktedir.
Takı ve mücevhere yüklenen anlamlar değişti mi?
Bence değişmedi. Dikkat ederseniz bir takı ve mücevher tasarlanırken öncelikle kime yapacağız sorusunu cevaplandırmaya çalışırız. Eğer genç bir kesime takı yapılacaksa modasal çizgide birbirine benzer koleksiyonlar yapılır. Ama yaş 30’un üstüne çıktığı zaman toplumsal statü de yükseldiği için kendi kişiliğini daha çok ifade edecek koleksiyonlar tercih edilir. Hangi meslek grubunda olduğumuzu göstermek için hala altın rozetler kullanıyoruz. Eski kabile toplumlarında takı hem kabile kimliğini işaret etmek için kullanılırdı. Takı aynı zamanda kabile içindeki alt sınıfları gösterirdi. Kadınların genç kız, nişanlı ya da evli olduğunu giysisinden saç tuvaletinden ve takısından tanımak mümkündü. Aynı statü işaretleri bugün modern toplumlarda da var.
Peki, kuyumculuk Türk uygarlıklarında ne zaman başladı ve gelişti?
Sibirya’da İskit anıt mezarları (kurgan) açıldı. İskitler, bozkırın tüm halklarını kapsıyor. 7. yüzyıla ait İskit kurganlarında mükemmel sanat eserleri ortaya çıkarıldı. Ölüm sonrası yaşam için hediyelerle donattıkları mezarların bazılarında usta kuyumcuların elinden çıkma altın kakma, ya da kaplama silahlar, altın heykelcikleri, koşum takımlarını süsleyen altın rölyefler, altın plakalarla kaplanmış tören elbiseler bozkır halklarının altına statü göstergesi olarak değer verdiklerini gösteriyor.
Türk devletlerinde en iyi altın işlemeciliğini hangi uygarlıklar yaptı?
Bizans tarihçileri, Göktürkler’in demir ve altın işlemeciliğinde mükemmel olduğunu söylerler. Macaristan’da Avar Türkleri’ne ait definelerde mükemmel sanat eserleri bulunmuştur. Eski Hun takıları, anıtsal ve son derece gösterişli. Doğu kültürlerinde sanat, daha ziyade sarayın dediklerinin ifadesidir. Örneğin Osmanlı’da gelenekselliğe bağlanıp gelenekseli kendi içinde mükemmelleştirme eğilimi görülüyor Batı’da bu yoktur sürekli bir yenilik arayışı vardır.
Kitap 2 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI -UMUT ARABUL 1- Giriş
Kitap 1 --ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI
Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu'nun kuyumcuları, fikirleriaı , felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.
Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz kamaştırması gerektiğini biliyordu.
Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.
Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.
Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da
Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe, Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.
Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük'te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.
Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.
Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)